Saturday, December 1, 2012

Dun aksam...

Dün Akşam
Dün akşam otururken karıma dedim ki:
- Ot gibi yaşamayı kesinlikle istemem!! Eğer bir gün makinelere ve bir şişeden sızacak olan bilmem ne sıvısına bağımlı olacak olursam, Lütfen!! Lütfen hiç tereddüt etme, hemen fişi çek olur mu?
Karım yerinden kalktı.
Laptopumu fişten çekti,
Şarabımı çiçek saksılarından birinin dibine döktü ve çıkıp gitti.
- Adi kadın !

Friday, November 30, 2012

Yagmur sevenler icin...












ENJOY








How full your life is.....


GRADUATION SPEECH 2008

On the first day of term, a university professor stood in front of his philosophy class with an empty jar.
Without saying a word to his students, he removed the lid of the jar and filled it with golf balls. When no more golf balls fit he closed the jar with its lid. He then asked his class, “Would you say that the jar is now full?” His students observed the jar and concluded that the jar was indeed full.
The professor then proceeded to open the jar up and started inserting marbles into the jar. The marbles started to fill the gaps between the golf balls. After sealing the jar, he asked his class once again if they thought the jar was now full. The class concluded that the jar was indeed now full.
The professor opened the jar a third time and started pouring in sand. Obviously, the sand started filling the gaps between the golf balls and the marbles. He then sealed the jar and asked his class a third time if the jar was full. His class chuckled and replied in unison, “Yes, it is now full!”
The professor opened the jar and emptied two small cups of coffee in the jar. The liquid had completely filled the gap between the golf balls, the marbles, and the grains of sand. He then began his lecture.
“I hope you realise that life is very much like this jar. The golf balls represent the important things in life, like God, family, loved ones, health, things that you care intimately about. If we lost everything else in life, our lives would still be ‘full’. The marbles are the other things in our lives that are important, but our happiness shouldn’t depend on them. Things like our work, our house, our car, etc. Finally, the sand represents everything else; the small stuff.
“If we were to have filled our jar up with sand first, there we wouldn’t have had enough room for the marbles or the golf balls. If we use all our life and energy on the small stuff, we won’t have any room for the important things.”

After a brief moment of silence one of the students asked, “Professor, what does the coffee represent?”

“Ah, I’m glad you asked,” replied the professor. “It means that no matter how full your life is, there is always room for a cup of coffee with a friend.”

Alcak sesle soyle

Alçak Sesle Söyle
Fatih bir gün dilencinin birine bir altın vermişti. Dilenci, Padişahın verdiği altını az bularak şöyle bir soru sordu:
—Bu nasıl olur Padişahım? Ben senin kardeşin olduğum halde nasıl olur da bana bir altın verirsin?
Dilencinin ne demek istediğini tam anlamayan Fatih sordu:
—Sen benim nereden kardeşim oluyorsun?
...
Dilenci şu açıklamayı yaptı:
—İkimizde de Âdem babamız ve Havva anamızdan dünyaya gelmedik mi?
Böyle bir durumda kardeş sayılmıyor muyuz?
Fatih gülümsedi. Bu cevap hoşuna gitmişti çünkü. Dilencinin kulağına eğilerek şöyle dedi:
—Aman alçak sesle söyle. Bu söylediğini diğer kardeşlerimiz de işitip gelirlerse, senin payına bir altın bile düşmez.

HAYATIMIZDAKİ ÖNCELİKLER



HAYATIMIZDAKİ ÖNCELİKLER

Felsefe profesörü bir gün ders başladığında, hiç bir şey söylemeden masanın üstüne büyükçe bir kavanoz koydu ve içini tenis toplarıyla doldurdu. Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan, kavanozun dolduğunu söylediler.

Profesör bu kez, önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını kavanoza döktü. Çakıl taşları, tenis toplarının ...
aralarındaki boşluklardan aktı ve kavanozdaki boşlukları doldurdu. Profesör, kavanozun dolup dolmadığını bir kez daha sordu. Öğrenciler yine hep birlikte, kavanozun dolduğunu söylediler.

Profesör onların bu yanıtını duymamış gibi yaptı, masadaki kutulardan birini aldı, içindeki kumları özenli bir biçimde kavanoza boşalttı. Bu kez kavanoza akan kum tanecikleri, çakıl taşlarının
aralarındaki boşlukları doldurdu. Profesör, kavanozun dolu olup olmadığını bir kez daha sordu öğrencilere. Onlar da yine bir koro düzeniyle kavanozun dolduğunu söylediler.

Sıra, masanın altındaki bekleyen iki fincan kahveye gelmişti. Profesör onları da aldı, kavanoza boşalttı. Kahve de kendine kumlar arasında yer buldu ve kalan boşlukları doldurdu.

Öğrenciler, profesörün bu “gösterisi”ni alkışlarla karşıladılar. Profesör ise, dersini anlatmaya o an başlıyordu. “Eveet” dedi. “Biliyor musunuz ki, bu küçücük gösteriyle size, yaşamınızı simgelemiye çalıştım.” Ve soluk almaksızın bir dikkatle kendisini dinleyen öğrencilerine dersini anlattı:

“Bu tenis topları yaşamınızdaki önemli değerlerdir” dedi. “Bunlar aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan benzer değerlerdir. Şayet sahip olduğunuz öteki değerleri yitirirseniz de, bu önemli değerler hep kalacaktır. Ve yaşamınızı doldurmayı her zaman sürdüreceklerdir. Çakıl taşları ise daha az önemli olan değerlerimizdir. Bunlar, işinizdir, evinizdir, arabanızdır. Kum ise, olsa da olur olmasa da olur değerlerinizdir.”

Bu açıklamasından sonra profesör, kavanoza hangi “değer”i önce, hangisini daha sonra koyduğunun nedenlerini de açıkladı:

“Eğer kavanoza önce kum doldurursanız, çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz”dedi. “Aynı olay, yaşamınızda da geçerlidir. Zamanınızı ve enerjinizi ufak tefek konular için harcarsanız, önemli değerlerinize ayıracağınız zamanınız kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan konulara çevirin. Çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza özen gösterin, eşinizle zaman zaman yemeğe çıkın, evinizin gereksinimlerini karşılayın. Öncelikle tenis toplarınızı yerleştirmeye bakın kavanozunuza. Önceliklerinizi sıralamayı iyi bilin. Gerisi zaten hep kumdur.”

Bir öğrenci söz istedi:

“Peki, o iki fincan kahve nedir, hocam?” dedi.

Profesör bu soruyu soran öğrencisine önce teşekkür etti, sonra da sorusunu yanıtladı.:

“Yaşamınız ne denli yoğun, ne denli dolu olursa olsun” dedi. “Ne yapın, yapın, dostlarınızla içeceğiniz bir fincan kahve için yine de zaman bulun.




Tuesday, November 27, 2012

secret garden 1









Victory - Andre Rieu & BOND

The Nobel Prize in Physiology or Medicine 1931 Otto Warburg


    The Nobel Prize in Physiology or Medicine 1931

    Otto Warburg

    Biography

    Otto Heinrich Warburg was born on October 8, 1883, in Freiburg, Baden. His father, the physicist Emil Warburg, was President of the Physikalische Reichsanstalt, Wirklicher Geheimer Oberregierungsrat. Otto studied chemistry under the great Emil Fischer, and gained the degree, Doctor of Chemistry (Berlin), in 1906. He then studied under von Krehl and obtained the degree, Doctor of Medicine (Heidelberg), in 1911. He served in the Prussian Horse Guards during World War I. In 1918 he was appointed Professor at the Kaiser Wilhelm Institute for Biology, Berlin-Dahlem. Since 1931 he is Director of the Kaiser Wilhelm Institute for Cell Physiology, there, a donation of the Rockefeller Foundation to the Kaiser Wilhelm Gesellschaft, founded the previous year.

    Warburg's early researches with Fischer were in the polypeptide field. At Heidelberg he worked on the process of oxidation. His special interest in the investigation of vital processes by physical and chemical methods led to attempts to relate these processes to phenomena of the inorganic world. His methods involved detailed studies on the assimilation of carbon dioxide in plants, the metabolism of tumors, and the chemical constituent of the oxygen transferring respiratory ferment. Warburg was never a teacher, and he has always been grateful for his opportunities to devote his whole time to scientific research. His later researches at the Kaiser Wilhelm Institute have led to the discovery that the flavins and the nicotinamide were the active groups of the hydrogen-transferring enzymes. This, together with the iron-oxygenase discovered earlier, has given a complete account of the oxidations and reductions in the living world. For his discovery of the nature and mode of action of the respiratory enzyme, the Nobel Prize has been awarded to him in 1931. This discovery has opened up new ways in the fields of cellular metabolism and cellular respiration. He has shown, among other things, that cancerous cells can live and develop, even in the absence of oxygen.

    In addition to many publications of a minor nature, Warburg is the author of Stoffwechsel der Tumoren (1926), Katalytische Wirkungen der lebendigen Substanz (1928), Schwermetalle als Wirkungsgruppen von Fermenten (1946), Wasserstoffübertragende Fermente (1948), Mechanism of Photosynthesis (1951), Entstehung der Krebszellen (1955), and Weiterentwicklung der zellphysiologischen Methoden (1962). In the last years he added to the problems of his Institute: chemotherapeutics of cancer, and the mechanism of X-ray's action. In photosynthesis he discovered with Dean Burk the I-quantum reaction that splits the CO2, activated by the respiration.

    Otto Warburg is a Foreign Member of the Royal Society, London (1934) and a member of the Academies of Berlin, Halle, Copenhagen, Rome, and India. He has gained l'Ordre pour le Mérite, the Great Cross, and the Star and Shoulder Ribbon of the Bundesrepublik. In 1965 he was made doctor honoris causa at Oxford University.

    He is unmarried and has always been interested in equine sport as a pastime.
    From Nobel Lectures, Physiology or Medicine 1922-1941, Elsevier Publishing Company, Amsterdam, 1965
    This autobiography/biography was written at the time of the award and first published in the book series Les Prix Nobel. It was later edited and republished in Nobel Lectures. To cite this document, always state the source as shown above.

    Otto Warburg died on August 1, 1970.

    Copyright © The Nobel Foundation 1931

    Kanser tedavisinde müthiş gelişme


    Kanser tedavisinde müthiş gelişme

    Bazı kanser türlerindeki kontrol altına alınamayan tümör büyümelerinin sırrı çözüldü, tedavi planlarında köklü değişiklikler olabilir...


    Güncelleme: 03 Eylül 2012 Pazartesi, 10:47:55
    KANSER TEDAVİSİ Sonra Oku
    ABD'de yapılan bir araştırma, bazı kanser türlerinde görülen, kontrol altına alınamayan tümör büyümelerinin nedeninin, daha önce bilim dünyasında kabul gördüğü gibi genetik mutasyonlar değil, hücrelerdeki düşük oksijen seviyeleri olduğunu ortaya koydu.

    ABD'nin Georgia Üniversitesi'nde yapılan araştırmanın sonuçlarının habis tümörlerdeki büyümeyi iyileştirmeye yönelik tedavi planlarında köklü değişiklikler yapılmasına yol açabileceği bildirildi.

    Journal of Molecular Cell Biology adlı tıp dergisinin internet sayısında yayımlanan araştırmada, halka açık veri bankalarında bulunan 7 farklı kanser tipindeki mesajcı RNA veri örneklerini analiz eden araştırmacılar, hücrelerde uzun süreli oksijen yokluğunun kanser büyümelerindeki önemli bir etken olabileceğini gösterdi.

    Bu konuda önceden yapılan bilimsel araştırmalarda hücrelerdeki düşük oksijen seviyesinin kanserin gelişmesine katkı sağlayan bir etken olduğu öngörülüyordu, ancak bunun kanser büyümesindeki önemli bir etken olduğu bilinmiyordu.

    Ortaya atılan yeni kanser büyüme modelinin geçerli olduğunun kanıtlanması durumunda bu, araştırmacıları öncelikle hücrelerdeki oksijen seviyelerinin düşmesini engelleyici yeni metodlar bulmaya sevk edecek ve bu da kanser tedavisinde köklü bir değişikliğe gidilmesi sonucunu doğuracak.

    Araştırma ekibinden Prof. Ying Xu, araştırmalarının bilimsel adı ''Hipoksiya'' olan hücrelerdeki düşük oksijen seviyesinin bazı belli kanser türlerinde önemli bir etken olduğunun kanıtladığını söyledi.

    Dünyada görülen yüksek kanser oranlarının sadece rastgele genetik mutasyonlarla açıklanamayacağını belirten Xu, biyoloji ve hesaplamalı bilimi bir araya getiren biyoenformatik biliminin araştırmacılara kansere yeni bir ışık altında bakma imkanı sunduğunu kaydetti.

    Xu, ''Kanser ilaçları belirli bir mutasyonun moleküler seviyede köküne ulaşmaya çalışır ancak kanser genellikle bunun etrafından dolaşarak kendine yeni bir yol bulur. Bu yüzden genetik mutasyonların kanserin ana etkeni olmayabileceğini düşünüyoruz'' dedi.

    Araştırmacılarca öngörülen modele göre, düşük oksiyen seviyeleri hücrenin, ''Oksidatif fosforilasyon'' adı verilen hücrelerin normalde gelen besini enerjiye çevirme yöntemine müdahale ediyor.

    Oksijen azaldıkça, hücreler, ''ATP'' adlı enerji üniteleri üretmek için daha az verimli bir enerji üretme yolu olan glikoliz yöntemini kullanmaya başlıyor ve bu yüzden kanser hücreleri, başta glukoz olmak üzere daha fazla besin alabilmek için daha sıkı çalışmak zorunda kalıyor.

    Oksijenin tehlikeli seviyeleri düşmesi halinde yeni kan damarları yaratma süreci olarak tanımlanan, ''Anjiojenesis'' başlıyor. Yeni oluşturulan kan damarları hücreye taze oksijen sağlıyor ve böylece hücre ile tümörün içindeki oksijen seviyeleri düzeliyor ve tümörün büyümesini geçici bir süre için engelliyor.

    Xu ve arkadaşlarının öngördüğü modele göre, bundan sonraki aşamada kanser hücresi daha fazla besin aldığında büyüyor ve bu da tümörün biyokütlesini büyütürken içindeki oksijen seviyesinin düşmesine neden oluyor. Dolayısıyla hücrelerin besini enerjiye çevirme verimliliği daha da düşüyor.

    Bu durum daha aç hale gelen kanser hücrelerinin, kan dolaşımından daha fazla besin alabilmek için harekete geçmesini sağlıyor ve bu kısır döngü böylece sürüp gidiyor.

    Geliştirdikleri yeni kanser büyüme modelinin niçin çok sayıda kanser türünün ilaçlara sadece 3 ila 6 hafta gibi kısa bir sürede dirençli hale geldiğini açıkladığını vurgulayan Xu, yeni modelin yapılacak deneysel kanser araştırmalarda denenmesinin büyük önem taşıdığını kaydetti.

    Araştırmaya Georgia Üniversitesi'nin yanı sıra, ABD'nin Houston kentindeki Baylor College of Medicine adlı tıp okulu ve Çin'deki Jilin Üniversitesi'nden bilim adamları katkı verdi.
    Haber Turk

    Sunday, November 25, 2012

    Nazan Saatci-Nerdesin



    YEŞİLÇAM’IN EFSANE OYUNCULARI


    YEŞİLÇAM’IN EFSANE OYUNCULARI


    Nazan SAATÇİ/ Türk Sineması’nın hanımefendisi güzel gözlü oyuncusu Nazan Saatçi, Türkiye’nin Karadeniz bölgesinde, ülkenin özgürlügüne ilk adımı attığı, tarihi önemi olan bir şehirde, Samsun’ da doğdu. 


     Liseyi bu anlamlı kentte bitirdikten sonra, tahsilini devam ettirmek için İstanbul’a taşındı. İstanbul Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.Oyunculuk üzerine gittiği okullar; Los Angeles Actor Center ve hipnoterapi konusunda; Palo Alto School of Hypnotherapy (Hipnoz okulu) ve Florida Gerald F.Kein Omni Hypnosis Training Center (Hipnoz öğrenim Merkezi).Sinemaya ilk geçişini güzellik yarışmalarıyla yapan Saatçi, 1978 de Tercüman-İnci Gazetesi’nin Sinema kraliçesi seçildi.Günaydın-Saklambaç Gazetesi’nin aracılığı ile Türkiye Güzeli olarak “Miss Europe International” (Avrupa güzellik yarışmasında) ve 1983 “Miss Asia Pasific” (Asya güzellik yarışmasında) ikinci oldu .
     Bu iki yarışmada “Yetenek” ve “Basın Güzeli” unvanlarını aldı. Nazan Saatçi, 1981 yılında İtalya’da “Donna Ideal Internazonale” yarışmasında 56 ülke arasında birinci oldu. Daha sonraki yaşantısında “Miss Europe” ve “Miss Globe International” uluslararası yarışmalarını organize etti .Fransa’da “Miss France” yarısmasında ve Sri Lanka’da “Miss Tourism International’da” jüri başkanlığı, jüri üyeliği görevlerinde bulundu.Nazan, yurtiçi ve yurtdışında yaptığı film çalışmalarında 30 un üzerinde sinema ve televizyon filimleri’nde başrolde oynadı.Film yaptığı ülkeler: Türkiye, Pakistan, Hindistan, Sri Lanka, Nepal, İran ve Fransa. Türkiye’de Kemal Sunal, Cüneyt Arkın, Berhan Şimşek, Bulut Aras, Reha Yeprem, Kenan Kalav, Selçuk Özer, Tamer Yiğit, gibi çok değerli sanatçılarla oynarken; yurtdışında Nedeem, Javed Sheik, Sultan Rahi gibi Pakistan’ın çok sevilen tanınmış oyunculariyla da çalışma fırsatı buldu.Oyunculuğunun yanı sıra, sözlerini kendi yazdığı "PARAM YOK Kİ" albümünü hazırlayıp seslendiren sanatçı, 1994 senesinde U.S.A / Florida Orlanda Universal Studyo’larda yapılan “Hawaiian Tropic” Yarışmasında da sahne aldı. İngilizce ve Türkçe hazırladığı ama henüz yayına vermediği yedi kitabı ve 3 tane televizyon programı mevcuttur.
     Ünlü sanatçı, onatlı senedir Amerika’da yaşıyor.
    Canan ALATAŞ

    Haber Caddesi



    Saturday, November 24, 2012

    Wonderful work of Helene Beland.


















    "J.R Ewing"i canlandıran Amerikalı oyuncu Larry Hagman, 81 yaşında hayatını kaybetti.

    Rest In Peace: Larry Hagman

    "J.R Ewing"i canlandıran Amerikalı oyuncu Larry Hagman, 81 yaşında hayatını kaybetti.

    Türkiye dahil birçok ülkede milyonlarca kişiyi ekran karşısına çivileyen 1980'lerin efsane dizisi
    Dallas'ta entrikacı "J.R Ewing"i canlandıran Amerikalı oyuncu Larry Hagman, 81 yaşında hayatını kaybetti.
    Hagman'in ailesi, ünlü oyuncunun dün Dallas'ta öldüğünü açıkladı.
    1992'de siroz teşhisi konulan, 1995 yılında karaciğer kanseri nedeniyle organ nakli ameliyatı geçiren Hagman, kanser tedavisi görüyordu.

    Oyunculuk kariyerine 1960'larda başlayan ve "I Dream of Jeannie" dizisinde canlandırdığı astronot Tony Nelson karakteri ile ön plana çıkan Hagman, "J.R. Ewing" karakteri ile dünya çapında ün kazanmıştı.


    "Dallas" dizisi, 1978-1991 yılları arasında Türkiye'nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede gösterilmiş ve büyük ilgiyle izlenmişti. Gösterildiği ülkelerde gündemi değiştirecek kadar merakla izlenen dizide başrolü Hagman'ın yanı sıra (J.R), Patrick Duffy (Bobby), Victoria Principal (Pamela) ve Linda Gray

    (Sue Ellen) üstleniyordu.

    Hagman'ın hayat verdiği J.R. karakterinin 1980 yılında vurulduğu bölüm, televizyon tarihinin en çok seyredilen bölümlerinden biri olmuştu.

    Hagman, yeniden çekilen Dallas dizisinde de rol almıştı.

    Muhabir: Neslihan Doğan / Umur Koçak Semiz / AP

    Yayıncı: Göksel Sözer - LOS ANGELES

    Thursday, November 22, 2012

    Have a great holiday season






    Rumi’nin işiğinda: DOSTLAR, İNCE YAŞAMALIYIM BEN YİNE… by Nazan Saatci

    Rumi’nin işiğinda: DOSTLAR, İNCE YAŞAMALIYIM BEN YİNE…

    by Nazan Saatci ve Dostlari on Monday, February 13, 2012 at 7:02pm ·

    Rumi’nin işiğinda:

    DOSTLAR, İNCE YAŞAMALIYIM BEN YİNE… BY NAZAN SAATCI

    Ne zamandır kavgam vardı Benliğimle,
     İntikamı kalbinden hançerlemiştim.
    Nefreti yüreğimden çoktan göndermiştim
    İnadım ile dostça vedalaşmıştık
    .Kıskançlıkla işim hiç olmaz, onunla dost ayrılmıştık
    .Hırsı yenmiştim tavlada..bir daha da gelmemiş
    .Kibir’i vurdum ayaklarından, dönmeyi düşünmemiş.
    Gurura yenilmiştim ama bir daha dalaşmadık 
    Ve gecen hafta nihayet Öfkem ile savaştık 
    Ama böylesi Sevgi ile daha yeni karşılaştık.
     Dedim ya uzun kavgalarım vardı benim,
    upuzun,Tam ben kazandım derken…
    Yüklerimi atmış hafiflemişken,Egomu yenmiş…
    sadece O’na yönelmişken
    Ah be Sevgi, böylesi çok, nerden çıktın karşıma
    İşim zor, anladım ki olmuyor sensizde
    İnsan bu, sevmeyi de seviyor, sevilmeyi de
    .Şımarmadan, yenilmeden benliğime
    ,Dostlar ince yaşamalıyım ben yine, çok ince.

    Nazan SaatçiNisan 2011/ U.S.A